13 Aralık 2008 Cumartesi

bosna

Hayal kırıklığı ve özlemek gibi bişeydi bu aslında.
Ya da belki de ölüm gibi bişeydi.

Hatta farklı bi açıdan bakınca güzel bir duygu olduğunu bile idda edebilirim sanırım bunun.

Bosna'dan döneli 2 gün oldu. Akrabaları görmek, onlarla birlikte olmak. Aynı dili bile konuşamamıza rağmen birbirimize ne kadar benzediğimizi görmek açık konuşmak gerekirse korkutucuydu, ve bir o kadar da güzel. Babannemin ve dedemin ana vatanıymış bosna çok uzun zaman önce. Hikayemizi de yanlış anlamadıysam(çünkü sadece rivayetlere dayanan ilginç ve herkesin farklı bildiği bir hikaye bu, bende arada ortak noktaları bulup az çok anlatmaya çalışacağım sanırım.) Karamanoğulları Konya taraflarında yaşayan beyliklerden biriymiş. Bizde onların uzantılarından biriymişiz, Konyalı Hocalar tarzı bişeymişiz sanırım ya da biz de Karamanoğluymuşuz gerçekten bu kısmı bir muamma. Padişah bizimkilerin sürekli ayaklanmasından sıkılıp 3 aileyi balkanların ayrı ayrı bölgelerine sürmüş. Bizim Konyalıları da Bosna'ya sürmüşler. Burada hem dini hem de kültürü yaymamız istenmiş (maksat kullanışsızı kullanmak ya, başarılı aslında=) neredeyse 8-9 nesil orada yaşadıktan sonra 1. dünya savaşından sonra olsa gerek, dedem ve onun 3 erkek kardeşi türkiyeye göç ediyorlar. Yanlarında götürmek istedikleri her türlü mal varlığına yolda eşkiyalar tarafından el koyuluyor ve hiç birşeysiz geliyorlar buraya. Önce yavaş yavaş çalışmaya başlıyorlar sonra da yeterince paraları olunca kendilerine bir kereste fabrikası açıyorlar. O sıralarda dedemin kardeşlerinden 2 tanesi vefat ediyor, hatta dedem tek oğlu olan babama kardeşlerinden birinin adı olan Cemal ismini veriyor.
Babanneme gelince o dedem gibi sarajevolu değil, Travnik'li. Travnik eskiden yemyeşil ve huzurlu bir yerken şimdi bütün o yeşillikler savaşta yok olmuş ve betondan yapılmış bir kentte buz gibi bir havada sıradağları görerek dolaşıyorsunuz Travnik'de. Ben Travnik'i hiç beklediğim gibi bulamadım, gezdiğimiz bir müzede gerçekten kentle ve hatta ülkeyle hiç bir alakası olmayan yüzlerce parça eşya gördük ama pek tatmin olduğum söylenemez.
Sarajevo ise gerçekten güzeldi(en azından benim için.)
büyük çarşıya adımınızı attığınız andan itibaren o kadar değişik bir hava sarıyor ki etrafınızı.. Bazen istanbul, bazen ingiltere, bazen fransa bazen de italyayı görüyorsunuz şehrin sokaklarında. Neredeyse 100 yıllık kütüphane binası Sırplar tarafından savaş esnasında yakılmış, tıpkı daha bir çok yer gibi.. Yapılan soykırımın izleri ise heryerde, evlerin üzerindeki kurşun deliklerinde, yakılıp sadece iskeleti kalmış evlerde ve 14 yaşın üzerindeki her türlü insanın gözlerinde.. Savaş sırasında çok büyük bir fakirlik ve zorluk çekmiş insanlar, mutluyum çünkü küçük kuzenim Farah (5 yaşında minicik bir kız, o kadar güzel ki.. =)) bunların hiç birisini yaşamamış.
İnsanlar o kadar büyük acılar çekmişler ki, her gün aileden birileri, komşular ve dostlar öldürülmüş, evler bombalanmış, insanların kahvaltıları kuru ekmek ve şekersiz çaymış.
Bosna'da tüm bunlar yaşanırken Dünya insanları neredeydi bunu hiç kimse bilmiyor. Avrupa, Amerika, Rusya.. Neredeydi herkes?
Gülümseyerek izlediler olanları, ne zamanki Boşnakların pes etmediğini ve Hırvatlar ile Sırplara yenilmediğini gördüler o zaman yardım edelim bari diye bir kaç yardımda bulunmuşlar. Samir Abi'nin elinde patlayan silahtan kalma yara izleri, kalplerindeki korku ve milletlerini korurken verdikleri savaş sırasında yaşadıkları.. Ölen ve öldürülen onca insan.. O kadar çok mezarlık ve şehitlik var ki ülkede.. Savaş biteli 14 sene olmuş, ama sokaklarda Amerikan, Alman, İtalyan askerleri dolaşıyor hala, savaşdayken neredelerdi onca asker?..
Herneyse.
Bütün bunların dışında Sarajevo o kadar yaşanmış ve yaşayan bir şehir ki.. Bütün geçmişin ve yaşayan insanları, o sırada öldürülen ve bunu izleyen insanları.. Görüyorsunuz..
o kadar zor günler geçirmişler ki.. Travnikde ise, Mimar Sinan'ın yaptığı orjinal Travnik Köprüsü yine Sırplarca yıkıldığı için bir süre köprüsüz kalmış, ama sonunda Türk-Boşnak iş birliği ile aynı köprü yine aynı yöntemlerle inşa edilmiş. Eskisinden çok da farklı değil bu yeni köprüde, o kadar güzel ki.. Kilit taşı yöntemiyle yapılmış bu köprü yani onun taşlarını bir arada tutan herhangi bir ekstra beton kerpiç gibi bir madde yok, birbirlerine dayalı duruyor taşlar. Yemeklere gelirsek de; gerçekten mükemmeller. Bizim yemeklerimize benziyor yemekleri, sadece daha değişik yapılıyor ve daha değişik sunuluyorlar. Mesela bir kebap çeşitleri var, köfte gibi bir şey var ve onu pidenin arasına bolca soğan ve kaymakla koyup yiyorsun. Gerçekten kaymak konusunu çok geliştirmişler =) O kadar güzel kaymaklar yapıyorlar ki! Dönerken içim acımadı desem yalan olur. Uçaktan ülkeyi, sıradağları ve bütün o nehirleri gölleri izlerken, gitmek istemedim. Huzurdan ve düşüncelerden kopmak istemedim.. O kadar çok düşündüm ki bu gezide.. Beni, hayatımı, yaşadıklarımı, özlediklerimi, pişmanlıklarımı ve hatıralarımı.. Nereden geldiğimi ve nereye gitmek istediğimi düşündüm.
Değer verdiğim insanları düşündüm, beni nasıl da unutup gittiklerini düşündüm..
Sanki bende aynısını yapmamışım gibi..
Sonra döndüm. Belki birazcık büyüdüm.. Ve döndüm..
Her zaman ki gibi..