16 Temmuz 2011 Cumartesi
Are you the rabbit?
Türkçe öğretmemişler mi bana bazen bende merak ediyorum. Belki de sinir olduklarını bildiğim için böyle yazıyorumdur, kim bilir?
Evime bi koku sindi 2 gündür. Küçüklüğümden hatırlıyorum bu kokuyu, ne zaman balkonda otursak aile fertlerinden biri içeri gider, bu yanar dönerli sivrisinek savar şeyi alır, masada yakardı, bütün havaya sinerdi kokusu. Şimdiyse, evimin ahşap tavanına kadar her yerine sindi bu koku, çünkü sivrisinek istilası yaşıyorum camın önündeki üzüm salkımları yüzünden.
Aslında çok anlamlı şeyler yazıcaktım, kafamda kurmuştum hepsini, dıdısdısdıdıs!
Ama şimdi belki hava aydınlandığından, belki de yataktan kalktığımdan kafamın içinde boşboş dolaşan kelimeleri yazıcam sadece.
Hayatımda ilk öpüştüğüm günü hatırladım durup dururken. Herşey ne kadar özeldi.
El ele tutuşmak, sarılmak, öpüşmek, öyle boş boş yerlerde yuvarlana yuvarlana telefonda boş boş konuşmak. Zamanla özneler kaldı sadece geriye. Saatlerce, günlerce mesajlaşmaktan sıkılıp kısaltmalar yazmak gibi. O karnında kelebekler uçuşturan duyguyu zaman tasarrufu amaçla askıya alıp çok baymamak maksatlı telefon konuşmaları ve mesajları kısalttık önce. Sonra sarılma bölümünü attım. Zaten çok da hoşlanmam sarılmaktan. Hep böyle değildim sadece bi yerde dikkatim dağıldı bi daha da toparlayamadım diyelim.
İnsani değerleri bi yerde, bi kişide toparlayamadım. Çok mu acı çektim diyorum, belki de. Ama bi gün biri çıkıp da sen beni anlamazsın neler çektim bilemezsin derse de, derim ki haklısın.
Herkes kendi derdini dünyanın en büyük derdi sanmıyo mu sonuçta, mesela bazısı var bi erkek bütün hayatı oluyo, bazısı var iyi okullardan iyi dereceyle mezun olmak bütün hayatı oluyo, bazısı var hayatı iddaya girmekten ibaret.
Bütün bunlardan sonra bi yerde insan başlıyor işte.
İnsan kendi başladığı yerde herkesi ve herşeyi bitiriyo, ama hemen değil. Zamanla, yavaş yavaş. Bizi mutlu eden şeylerden vazgeçiyoruz önce, zaman kazanıyoruz. Sonra bizi mutsuz eden şeyleri hayatımızdan çıkartmak aklımıza geliyo, zaman kazanıyoruz. Sonra zorunluluklarımızı ön plana koyup, boş kalan zamanı dolduruyoruz. Ama araya o kadar çok kendimize ait zaman sıkıştırıyoruz ki ne arkadaşlarımızın, ne ailemizin, ne el ele tutuşmanın, ne sarılmanın ne de öpüşmenin bi anlamı kalmıyo.
İnsanların duyguları vardır ama her zaman aradığınız yerde bulamazsınız o duyguları, herkesin duyguları farklı yerlerde farklı şekillerde yoğunlaşır ve ortaya çıkar. Misal ki ben, çok gülerim. Sinirlerim bozulduğunda, sinirlendiğimde ya da üzüldüğümde hatta mutlu olduğumda bile gülerim. Anlaşılacağı gibi, ben çok gülen bi insanım. Bazısı var ağlar, bazısı var susar. Susanları oldum olası anlamam ben, mesela ben varım ki, ben susuyosam kesin patlamak için susuyorumdur. Sabırlıyımdır, karmaya inanırım. Karmadan çok kırılma noktalarına inanırım ve tetikleyicilere. Herkesin bi kırılma noktası vardır, bir insanı yarım saat boyunca izlersen ve dinlersen vücut dilinden bile anlayabilirsin kırılma noktasını, enteresan bişey aslında.
Kafan güzelken mesela, parmak uçların uyuşur bazen, bütün saflığıyla içinden herhangi bi duygu çıkar. Ağlarsın mesela. Kitlenirsin ya da. Bazen de çok gülersin.
Mavi gökyüzünde pembe bulutlar ne alaka.
Yeni gelişen teknoloji kafamı yoruyo, bloggerın bu yeni draf/editor halleri kafamı karıştırıyo. Hem bana istediğimi seçme imkanı sunmadıktan sonra ne anlamı var bu kadar teknolojinin? ekşi sözlüğü bu yüzden çok seviyorum, dön bebeğim acil durum butonu gibi, kendini tanıdığın, bildiğin evinde hissediyosun. Tıpkı eskiden bi kokunun seni götürebiliceği yerler gibi. Tanıştırabileceği insanlar gibi.
Hayatta bir çok tesadüfle karşılaşırız, mesela küçük beyoğlunda bi gece düşünün. İçip/sıçıp eve döndüğünüz bi gece. Etrafınızda dönen mucizelerin farkında olduğunuzu düşünün bi de, karşılaşan eski sevgililer, masa altından birbirinin bacağına çaktırmadan deymeye çalışan yazışan tipler, çıkmaya başladıklarını farketmeden öpüşen gençler, sevgilisi tarafından kafasına çanta geçirilen, çünkü yazışma konusunun bokunu çıkartan gerizekalılar. ve herşeyin dışında bütün gerçekliğinizle siz. elinizde belki de bi viskiyle sırıtarak herşeyi izlediğinizi düşünsenize. kim size gelip hayat boş dese umrunuzda olurdu sizce? ben olsam sırıtıp etrafa bakmaya devam ederim. Arka masadaki sohbetleri her zaman bizim masadakilerden çok sevmişimdir, insanlara çaktırmadan bakmayı, dinlemeyi, anlamaya çalışmayı. Sayelerinde hikayeler yazabiliyorum mesela, hayal gücünü kim ne yapsın insanın önünde bi hayat dolusu insan varken.
Bazı anılar vardır, hayatın boyunca yan cebinde taşırsın. Tetikleyici demiştim ya, marilyn manson gibi, ya da moonspell gibi, en son gerçekten kendimle ilgili mutlu olduğum bi dönemi temsil eden herhangi bir şey. Ya da YSL, in love again. keşke hala üretiliyo olsa, ilk işim onu avlamak olurdu sanırım.
Yazarak dünyayı değil ama kendimi kurtarabiliceğime inanıyorum, bu yüzden ben yazmaya devam ediyorum. Nitekim beni fazla ciddiye alıp sapık gibi burda yazanları okuyup, nerdeyse blogu semiyotik labaratuarına çeviren bazı insanlar var, beni çok şaşırtıyolar. Sizce sevmediğim ya da kazık yediğim insanların hepsine komplo planları yapıp sonra burda yazsam, o zaman bi anlamı kalırmıydı? Bence kalmazdı.
Hem hayat dediğin süpriz öğelerle güzel, misal ki karma.
Fok balığının penguene bitch-slap atması gibi bişey, duymayı bırak düşünmek bile heycanlandırıyo.
Ailemden birinin tanıdığı bi orospu vardı, tafsiye değil tavsiye veriyorum demişti bana. Nası içimde kaldıysa bu laf, bu benden içinde bi laf kalan bütün genç aşıklara gitsin: comfortably numb - pink floyd
14 Temmuz 2011 Perşembe
13 Temmuz 2011 Çarşamba
bloggerın yeni hali BAYA kafamı karıştırıyo, nerden yazı yazılıcağını anlamam birazcık zaman almış olabilir.
breakfast at tiffany's oldum olası favorimdir. audrey hepburn de öyle. klasik.
filmi 137.kez izlerken(şaka yapmıyorum) aşık olucaksam kendime gidip bi Paul Varjak bulup ona aşık olmaya karar verdim. misal ki filmden alıntılarla sebebini açıklıyorum:
Paul Varjak: Holly, I'm in love with you.
Holly Golightly: So what?
Paul Varjak: So what? So plenty! I love you. You belong to me.
Holly Golightly: No. People don't belong to people.
Paul Varjak: Of course they do.
Holly Golightly: I'm not going to let anyone put me in a cage.
Paul Varjak: I don't want to put you in a cage. I want to love you.
Holly Golightly: It's the same thing.
Paul Varjak: No it's not. Holly...
Holly Golightly: I'm not Holly. I'm not Lula Mae, either. I don't know who I am! I'm like cat here, a couple of no-name slobs. We belong to nobody and nobody belongs to us. We don't even belong to each other.
breakfast at tiffany's oldum olası favorimdir. audrey hepburn de öyle. klasik.
filmi 137.kez izlerken(şaka yapmıyorum) aşık olucaksam kendime gidip bi Paul Varjak bulup ona aşık olmaya karar verdim. misal ki filmden alıntılarla sebebini açıklıyorum:
Paul Varjak: Holly, I'm in love with you.
Holly Golightly: So what?
Paul Varjak: So what? So plenty! I love you. You belong to me.
Holly Golightly: No. People don't belong to people.
Paul Varjak: Of course they do.
Holly Golightly: I'm not going to let anyone put me in a cage.
Paul Varjak: I don't want to put you in a cage. I want to love you.
Holly Golightly: It's the same thing.
Paul Varjak: No it's not. Holly...
Holly Golightly: I'm not Holly. I'm not Lula Mae, either. I don't know who I am! I'm like cat here, a couple of no-name slobs. We belong to nobody and nobody belongs to us. We don't even belong to each other.
araba kenara çekilir, taksiden atılan kedi bölümü ve sonra paul taksiciyi durdurup kapıyı açar, çıkar ve;
Paul Varjak: You know what's wrong with you, Miss Whoever-You-Are? You're chicken, you've got no guts. You're afraid to stick out your chin and say, "Okay, life's a fact, people do fall in love, people do belong to each other, because that's the only chance anybody's got for real happiness." You call yourself a free spirit, a wild thing, and you're terrified somebody's going to stick you in a cage. Well, baby, you're already in that cage. You built it yourself. And it's not bounded in the west by Tulip, Texas, or in the east by Somaliland. It's wherever you go. Because no matter where you run, you just end up running into yourself.
Holly sigarasını yakar, duraksar ve taksiden atlar. Kediyi arayan Paul'un yanına koşar ve kedi ortaya çıkıncaya kadar deliler gibi ortalıkta koşturur. Sonra kediyi bulur, kucaklar, kedi kucağında Paul'a doğru ilerler ve o an, sözlere gerek yoktur işte. sarılırlar, öpüşürler.
siz de kelimelerin kifayetsiz kaldığı anı görürsünüz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)