İtalyadaki ikinci günüm sabah saat 9'da cereal yiyerek başladı =) Bir kase bol sütlü çikolatalı cornflake' in içine gömülürken uyandığımı hatırlıyorum sanırım =) Kahvaltıdan sonra otelden çıktık ve genellikle Yahudilerin yaşadığı Via Luigi'de ki otelimizi arkamıza alaraktan turist gruplarının peşine takılarak duomo'yu bulduk =) babamı piazza dei signori, piazza della reppublica ve fiesole dahil hemen hemen her yere götürdüm. Günün en güzel kısmı Giardino dei Boboli'de babamın hayıflanmadan geçirdiği 10 dakikaydı sanırım. Uffizzi, vs gibi görülmezse ayıp olunacak heryeri 1 günde bitirdikten sonra otelimize döndüğümüzde saat 6 ya geliyordu. Hemen üstümüzü değiştirip via cavour'un arkasında 7 numaralı otobüsün peşinden koşarken bulduk kendimizi ve fiesole'ye doğru yola çıktık.. Yaklaşık 20 dakkalık bir otobüs gezisinden sonra Fiesole'nin dik yokuşunu tırmanmış ve tepede panoramaya karşı güzel bir akşam yemeği yemeye koyulmuştuk. Yemekten sonra otelimize dönüp ölü gibi yatıp uyuduk. Sonraki sabah benim için gün saat 11'de başladı, babam ise saat 9'da uyanmış, duş almış, hatta traş vs işlerini bitirip bi de kahvaltı etmişti. Hemen bavulumu toplayıp yola çıkmalıydık, yoksa venediğe gidecek trenimizi kaçırabilirdik. Otelden checkout işlemlerimizi yapıp bir taxi'ye atladık, 5 dakika sonra s.m.n'ye dönmüştük. Geçen seferki sıkışık yerlerimizden sonra bir kez daha biletleri kesen adamın gazabına uğrayabileceğimizi düşünmemiştik, ama uğradık. Ben Mc'Donaldsdan aldğım nuggetlarımla mutlu mesut kahvaltımı ederken bir yandanda bavullar peşimizde eurostar trenimize doğru koşturuyorduk. 10. vagondaydık yani yerimizin çok kötü olacağını sanmıyordum. Ama sonra vagona girdik. Trende ki oturma düzeni şöyle: birbirine dönük 2 kişilik koltuklar ve ortalarında bir masa. Babam benim çaprazımda kalıyordu ve benim özellikle istediğim cam kenarına garip tipli bir adam oturmuştu! Ne kadar bileti burnuna sallayıp vattene vattene desemde olmadı, bende kadere boyun eğmeye karar verip koridor tarafına oturuverdim. Ne yazık ki ben oturunca herşey bitmedi. Babamın yanında oturan adam sürekli bana bakıyordu, gözlerini dikip öyle yiyecekmiş gibi bakıyodu. Sonunda dayanamadım ve yaşlı bir adam ve genç bir kadınla anlaşıp onların yanına geçtik. Yaşlı adam ve genç kadın trende tanışmışlar. Kadın 37 yaşında, sevgililerine güvenemiyor ve bağlanma problemi yaşıyor. Son sevgilisiyle romantik bir tanışma hikayeleri var, bisikletten düşen bir insana yardım ederken göz göze gelmişler, kıvılcımlar fişekler derken de gerisi gelmiş. Ama kadın ona güvenemediği için onu terk etmiş. Annesi ve babası o daha çok küçükken ayrılmışlar, babası sinir hastası. Annesi de dünyadaki hiç bişeyi umursamıyor. Yaşlı adam ise 60 yıllık evli, oğlunun yanına tatile gidiyor. Eskiden kızın babası gibi bir elektrik mühendisiymiş, ama 10 yıl önce falan emekli olmuş. Nedense herkes babam ve beni fransız zannetti (Fransızlar hariç, zaten nereden olduğumuzu genelde sadece onlar anlıyorlardı:)) türkçeyi fransızcaya çok benzetiyorlar. Herneyse. 3 saatlik psp, sohbet ve sudoku dolu bir tren yolculuğundan sonra venediğe gelmiştik. Gerçekten sanayi ve turizm üzerine kurulu bir şehir, orada yaşamayı hayal bile edemem! İlk vaporetto'ya atlayıp Lido adasına doğru yola çıktık. Otelimiz Lidodaydı. Lido Venediğin diğer bölümlerinden daha değişik. Mesela diğer adacıklara araba sokamıyorsunuz ama Lido'da otobüs, araba, motor, bisiklet, vs tarzı araçlar sıklıkla karşınıza çıkabiliyor. Bavullarımızı boşaltıp otelden çıktık ve büyük meydanda 50 çeşit pizza yapabilen tek restoranda yemek yedik :)) sonra ufak bir ada yürüyüşü yapıp otelimizin deniz manzaralı cafesinde babamla birer çay içip sohpet ettik. Venediğin aslında bir laguna olması ve evlerin kazıkların üstüne yapılmış olması gibi gerçekler gerçekten çok şaşırtıcı geldi bana, çoğu yapı yana doğru eğilmiş, çatlamış.. Kışın zaten heryeri su basıyor denizin yükselmesi ile.. Ne kadarda zor bir hayat.. Bu ve daha bunun gibi binlerce düşünceyle odaya çıkıp televizyonun karşısına geçtim. (Tabii İstanbuldaki evdeki televizyon bozuk olduğu için aç gibi oturup televizyoon diye zıplamaya başladğımda babam oldukça şaşırdı ama olsun =)) House, criminal minds, csi gibi bir çok diziyi üst üste izledikten sonra uyudum.
Sonraki gün saat 11 de zar zor kalktım, babam sağolsun bana kahvaltı getirdi, hemen getirdiklerini yedim ve san marco meydanına gitmek üzere 2 numaralı vaporettoya bindik. San Marco'da ki katedrali ve bir çok farklı yapıyı gezdik, müzeleri yağmaladık ve sonra benim en sevdiğim bölüm başladı: ALIŞVERİŞ! =) Audrey Hepburn'lü pul bile aldım, o derece mutluydum yani. =)) Saat 5 gibi otelimize döndük, 2 saat dinlendikten sonra otelden çıktık. Amaçsızca yüriyerek yiyebileceğimiz bir yer aramaya başladık.. Derken bir ara sokakta Trattoria di Affrica diye bir yer bulduk. Ben hayatımda bu kadar güzel bir balık yediğmi hatırlamıyorum gerçekten Lido'ya giden herkes bir gece burada yemek yemeli! Garson çıtı pıtı sarışın atom karınca gibi çalışan, bir sağa, bir sola koşturan bir kadındı. Yemek bittikten sonra kısa bir ada turundan sonra babam ile otele döndük, çay, televizyon, kitap ve yine uyku şeklinde kendini tekrarlayan bir program oturttuk.
Sonraki günün sabahıda zoraki uyanıp San Marco'ya gittik. Ama bu sefer Academia'dan oraya kadar yürüdük =) Babamın arkadaşı Carla'yla buluştuk ve çok keyifli bir yemekten sonra Carla'ya bir daha geldiğimde onun yanında kalacağıma söz verip ayrıldık. Kocaman dondurmalarımız ile bir kez daha gezebildiğimiz heryeri gezip otelimize döndük, her ne kadar babam kesinlikle tekrar trattoria di affrica'ya da gitmek istese kapalı oluşu sebebiyle bu sadece hayal olarak kalabildi.. Akşam yemeğimizi Belvedere diye bir otelin restoranında yedik, ben pek beyenmedim yemekleri, ama babam oldukça mutlu görünüyordu bende sesimi çıkartmadım =) Sonracığımaa.. Otelimize döndük ve bu sefer çayın yanında bir de tiramisu yedim, garson şoklar geçirdi tabii naapsın.. Gece saat 2 ye kadar valiz topladım sonra da uyudum..
Son sabahımız yani bu sabah saat 8.30' da kalktık ve checkoutımızı yaptırdık. Kahvaltı ettik, koşturarak havaalanına giden vapura yetiştik ve saat 11 de havaalanındaydık. Duty Free'yi boşalttıktan sonra San Marco salonumuydu neydi hatırlamıyorum yukardaki lounge salonuna çıktık ve 1 saat kadar oyalandıktan sonra uçağımıza gittik.. Uçağa binerken içimde bir burukluk vardı, İtalyayı bırakıp gittiğim için.. Ben onun umrunda değilim ama oradan her ayrıldığımda içimde bir burukluk oluyor.. Ve şimdi, saat 9'da evimde yatmış bunları yazarken bir kez daha bu sabaha dönüp uçağı, vapuru ve hatta zmanı kaçırıp eve dönmemiş olmayı diliyorum..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder