6 Ağustos 2009 Perşembe

masal

Bundan çok uzun zaman önce dünyanın diğer ucunda küçücük bir kasabada yaşayan bir kız varmış. Kızın adı Sophie'ymiş. Sophie'nin hayatı kocaman yuvarlak bir kutu içinde geçermiş. Bu kutuda Sophieden başka yüzlerce insanın hayatıda varmış, o kadar küçük bir kutuda o kadar büyük hayaller ve hayatlar varmış ki hepsinin birbirleriyle çarpışmaması imkansızmış.
Sophie'nin hiçbir zaman kendine ait bir hayali olmamış, onun bütün hayallerini onun için arkadaşları ve ailesi yaparmış. Bu yüzden asla kendi kaderide olmamış, hep ona söylenenleri dinlerken gülümser ve sonra ne yapması gerektiğini düşünürmüş.
Ta ki hafif bulutlu bir çarşamba sabahına kadar. Sophie'nin daha önce hiç o kadar boş geçen bir günü olmamış, o kadar boş ve o kadar yalnızmış ki sonunda düşünmek zorunda kalmış.
O düşündükçe kafasındaki zincirler teker teker kırılmaya başlamış. Her kırılan zincirle kafasındaki fikirler büyümeye başlamış. Senelerdir önü kesilmiş onca düşünce bir anda kafasının içinde hızlı dönmeye başlamış, hayaller, istekler, umutlar, üzüntüler, sevinçler hepsi bir anda serbest kalmış.
Sophie oturduğu yere yapışmış, şaşkınlıkla kendisini anlamaya çalışır, hiç birşey yapmadan sadece oturarak nasıl bu kadar çok şey yapabildiğine şaşırır, anlamaz kendisini.
Gözlerinin arkasından hızla fikirler geçmektedir neredeyse dengesini kaybedip düşecektir, fikirlerinin sesleri farklı tonlarda kafasının içinde çınlamaktadır. Sophie bir an delirdiğini düşünür. Annesi odaya girer ve Sophie sorar, "anne, sende duyuyor musun?" annesi affallar; "neyi duyuyormuyum tatlım?" Sophie anlar ki düşüncelerini ondan başka kimse duymuyor. "Bir tıkırtı duydum sandım da, affedersin."
Önemli değildir annesinin onunla konuşmak istediği çok daha farklı konular vardır. Artık üniversiteyi bitirmiştir, kaç yaşına gelmiştir. Sophie gelecekte ne yapmak istiyor? "Bence, bir an önce babanın şirketinin başına geçmelisin. Biliyorsun o böyle şeylere çok önem verir, eğer geçmezsen onun ne kadar üzüleceğini düşünebiliyor musun?"
Sophie iç çekti kafasını öne eğdi, sonra konuşuruz tamammı anneciğim diyerek çıktı odadan.
Evlerinin yanındaki ormanlığa doğru yürümeye başladı, aslında amacı ormanda kaybolmaktı. Ama olmadı. Ormandaki ırmağın kenarında oturmuştu ve balıklara bakıyordu, sanki elinden başka bir şey gelebilirmiş gibi. arada ırmağa küçük küçük taşlar atıyordu, şekilleri izliyordu. Saatler geçti, kalmaya karar verdi. Ağacın tepesine tırmandı ve orada onunla karşılaştı. Lev ağacın tepesinde oturmuş uzaklara bakıyordu.
"Sen neden kaçıyorsun?" diye sordu Sophie.
"Bilmem, belki de kendimden. Sabah uyandığımda hiç birşeyin böyle olacağını düşünmemiştim.
Sophie baktı, güldü. Yalnız değilsin dedi. Lev'in yanına oturdu. Ağacın kalın dalından ayaklarını sarkıttılar ve konuşmaya başladılar. Bir ana fikir gerekiyormuydu sohpetlerine, herşey illa sinema veya müziklemi ilgili olmalıydı. Politika konuşulacak gibi değildi zaten. Onlarda oturup kendilerinden bahsettiler birbirlerine. Sanki kendi kendilerine konuşuyormuş gibi. O gece o küçük kasabadaki küçük kutunun insanları kendi karmaşalarında boğulurken iki kişi durdu ve onları izledi. İlk defa o küçük kutuda gerçekten iki kişinin fikirleri dönmeye başladı. Gerekli olduğu için değil istedikleri için. İlk defa bir anne ve bir baba en doğrusunu bilemedi, ilk defa arkadaşları amayla başlayan cümleler kuramadılar ve Lev ve Sophie o gece bir dünya değiştirdi. gün ağarırken Lev Sophie'ye baktı. Onun kollarında ne kadarda küçük gözüküyordu, o kadar küçük ve o kadar güzeldi ki. O kadar gerçekti ki, Lev aşık oldu. Sophie ise kaybolmuştu Lev'in kollarında. Aramadığı herşeyi bulmuştu orada. Kendisini ve düşüncelerini. Hayatını ve hayallerini.

O aşk aramıyordu, hayatın ise onun için bambaşka bir planı vardı.
Lev ve Sophie sonraki 2 sene boyunca orada, burada, heryerde birlikteydiler. İkinci senenin sonunda bulutlu bir çarşamba sabahı Lev ve Sophie.

Sophie yavaş adımlarla bembeyaz halının üzerinden yürüyordu, yemyeşil çimenler onu selamlıyordu. Beyaz sandalyelerde oturmuş insanlar, aileler ve dostlar hayranlıkla bakıyorlardı ona, kahverengi saçları doğal hallerinde tacının altında salınıyorlardı, bir tül bile örtmemişti suratına. Sadece bembeyaz bir hayalin içinde yürüyordu. Dümdüz inen beyaz elbisesinin içinde adımlarını sayıyordu. Beyaz ayakkabıları ve küçücük ayaklarıyla metrelerce yürüdü, yemyeşil ağaçlar ve pastel rengi bir ışık vardı, herşey sanki bir masal kitabının resimlerindeki gibiydi.
Lev siyah takım elbisesi ve beyaz gömleğiyle onu orada bekliyordu, yemyeşil gözleri ışığın altında parlıyordu ve o gülümsüyordu. Evlendiler.
Sophie asla babasının şirketinin başına geçmedi. Onun yerine bir şirket kurdu, ilerletti ve babasının şirketini satın aldı. Şirketinde hayalleri satın alıp gerçek yapıyordu. Bazen küçük bir çocuğa yavru bir köpek vermek, bazen ise yaşlı bir adamın son isteğini gerçekleştirmekti işleri.
Lev ise resim yapıyordu. Bütün gün ve bütün gece resim yapıyordu, onun işi buydu. Kendisine bir galeri satın almıştı ve resimlerini satıyordu.
Sophie uyandı. Dünyaya yıllar sonra gözlerini açmış gibiydi, yanına döndü. Lev yeşil gözleriyle ona bakarak gülümsüyordu. Sophie'de gülümsedi. Bembeyaz saçları ve buruşmuş gözleriyle gülümsedi, çünkü ikiside uzun süredir bugünü bekliyorlardı.
Ve gökyüzüne yükseldiler, bir daha dönmemek üzere.

O gün o küçük kutu ve yüzlerce hayattan sadece 2 kişi gitti. Etkiledikleri yüzlerce insan hep onları düşündü, çocuklarına hikayelerini anlattılar. Ama yıllar boyu hiç kimse neden bahsettiklerini anlamadı. Sonra bulutlu bir çarşamba sabahı Amanda uyandığında bomboş gününde ne yapması gerektiğini düşünürken kafasındaki zincirleri kırdı ve...

Hiç yorum yok: